Siyasi-İdari
CUMHURİYETİN İLANI
ÖNEMLİ SİYASİ GELİŞMELER
Halk Zümresi, Islahat, İstiklal, Tesanüt Grupları
23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan T.B.M.M., seçimle gelenler ile eski Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın Ankara’ya katılan üyelerinden oluşuyordu. Belirli bir görüşü temsil etmediklerinden ve herhangi bir siyasi partinin temsilcisi olmadıklarından, aralarında bir birlik mevcut değildi. Farklı kaynaklardan gelen bu insanlar, aynı zamanda farklı düşüncelerinde sahibi idiler. Aslında, seçilirken Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin temsilcisi olarak Meclise katılan milletvekilleri, Misak-ı Milli amacında birleşmekle beraber, Mecliste bir birlik göstermekten uzak kalıyorlardı. Meclisteki gruplaşmalar, Meclis çalışmalarının başarı ile sürmesine engel teşkil ediyordu.
Ana ve temel düşünce etrafında birleşen milletvekilleri, değişik düşünce ve inançların da etkisiyle bir takım gruplar kurmuşlardı. Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu), İstiklal Grubu (Bağımsızlık Grubu), Müdafaa-i Halk Zümresi, Islahat Grubu ile beraber isimsiz olarak özel amaçlar etrafında birleşen küçük gruplar da TBMM’nde temsil edilmekte idiler. İttihat ve Terakkicilerin bir kısmı, Tesanüt Grubunda bulunuyordu. Tesanütçüler bir çeşit sendikalizm amaçlayan program etrafında toplanmışlardı. Halk Zümresinde, Bolşevik olmaya meyilli, sol eğilimli milletvekilleri bulunuyordu. İstiklal grubu milletvekillerinin, pek çoğu ileri görüşlü, hamleci gençlerden oluşuyordu.
Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkan siyasi Antlaşmazlıkları azaltmak, çeşitli grupları birleştirmek için büyük çaba göstermiş, ancak bir sonuç alamayınca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk grubu adı ile bir grup kurmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922’de aldığı tarihi kararında, saltanata son vermiştir. Bu tarihi kararın da açık bir belirtisi olarak, 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime geçilmiştir. Ancak, Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis, Lozan’da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması’nın kabulü ve 6 Ekim 1923’te Türk Ordusunun İstanbul’a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920’den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.
Cumhuriyet’in Kabulü 25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı, Büyük Millet Meclisi’nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabine kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde yemek sırasında arkadaşlarına; “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” diyerek görüşünü açıklamıştır.
Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda, Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti Grubu’ndan sonra, Meclis toplanarak hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri arasında gece saat 20.30’da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.’lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu kanunla, Anayasanın 1, 2 , 4, 10, 11 ve 12’nci maddeleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile, Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece, dini başkanlık yetkiler tanınmıştı. Hükümet, TBMM’nin seçtiği Halife Abdülmecit Efendi’den, sadece Müslümanların Halifesi unvanını kullanmasını, gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecit, halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak, “Halife-i Müslim’in” unvanından başka sıfat ve unvanlar taşıyarak, Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise; “Hilafet aynı hükümettir, hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir” diyerek, Halife’yi, Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşayı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep, Halife mevcut oldukça Türkiye’de yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.
3 Mart 1924 tarihli, “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun”la hilafet kaldırılmıştır. Böylece, yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye’de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer’i ye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır.
Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
20 OCAK 1921 ANAYASASI (TEŞKİLATI ESASİYE KANUNU)
20 Ocak 1921’de, TBMM tarafından kabul edilen ilk Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu), TBMM’nin dokuz aylık çalışmasından ve uzun görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Bu Anayasa, dağılan ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni bir devletin kuruluşunu hukuki yönden belirten ve varlığını sağlayan bir eserdir.
Yeni Anayasa aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi’nin el koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan, hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa, 23 asıl, bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu, o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için, kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı. 20 Ocak 1921 Anayasası bir geçiş dönemi anayasası olarak, Milli Mücadelenin çok dinamik olağanüstü şartlarına uymakta ve demokratik niteliğinin yanı sıra ihtilalci karakterini de korumaktaydı.
Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Milli iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organın, Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da şart kılınmaktadır
20 NİSAN 1924 ANAYASASI
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin, olağanüstü şartları içinde çıkarılmış dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra, şartlar değişmiş, Cumhuriyet ilan olunmuş, Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden düzenleme, reformlar evresine yönelmişti. Yeni Türkiye’nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM’nde çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924’te 105 maddeden oluşan yeni Anayasa kabul edildi.
20 Nisan 1924’te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası, Milli Mücadelenin kazanılmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra, demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa olarak düzenlendi.
1924 Anayasası, dayandığı ilkeler bakımından, 1789 Fransız İhtilalı’ndan itibaren gelişen ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu Anayasa hazırlanırken, 1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik, tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin üstünlüğü prensipleri, 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan alınmış ve geliştirilmiştir
1924 Anayasası, egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması, ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Kayıtsız ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal sistemi, böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi tarafından temsil olunan; tek kuvvet, tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924 Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü görevi görmüştür. 1924 Anayasası, 1921 Anayasasından daha yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmiş, Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemiş, kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.
ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
1924 tarihli Anayasanın bazı maddeleri, 1924 yılından itibaren gelişen devrim hareketlerine paralel olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklikler siyasal rejimin özellikleri ile çok yakından ilgilidir. Yapılan önemli değişiklikler; 1928, 1931, 1934 ve 1937 tarihlerinde olmuştur. Bu değişiklikler “Devletin dini İslam dinidir.” maddesinin kaldırılmasını, Cumhurbaşkanı – Milletvekili yeminindeki dini ifadelerin çıkarılmasını, dini kararların TBMM’nce uygulanacağı maddesinin iptalini, seçme yaşının 18’den 22’ye çıkarılmasını, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını ve Cumhuriyet Halk Partisi programındaki altı ilkenin Anayasa İlkeleri olarak kabul edilmesini, çiftçiyi topraklandırma ve ormanların devletleştirilmesini içeren hükümler kapsamaktaydı.
Önemli Maddeler
Kanun No :
85 20/1/1337(1921)
Madde 1. Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.Madde 2. İcra Kudreti ve teşri selahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.Madde 3. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” ünvanını taşır.Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir.
ÖNEMLİ MADDELER
Kanun No : 491
(1924)
Madde 1
. Türkiye Devleti Bir Cumhuriyet’tir. Madde 2. Resmi dili Türkçedir. Başkent Ankara’dır.
Madde 3. Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Madde 4. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır. Madde 5. Yasama yetkisi ve yürütme erki Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve onda toplanır.
Madde 6. Meclis, yasama yetkisini kendi kullanır. Madde 7. Meclis, yürütme yetkisini kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceğiBakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis Hükümeti her vakit denetleyebilir ve düşürebilir. Madde 8 Yargı hakkı, millet adına usul ve kanuna göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır.
KABUL EDILEN KANUNLAR
3 Mart 1924’de yapılan kanuni düzenleme ile Hilafetle birlikte Şer’i ye ve Evkaf Bakanlıkları da kaldırılmıştır. Ayrıca yine aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile (Öğretimin Birleştirilmesi) dini eğitime son verilmişti. Böylece milli eğitim dönemi başlamıştır. Bu gelişmeler, hukukta laikliğe yönelmenin öncüleri olmuştur. 8 Nisan 1924 tarihinde şer’i hukukun uygulayıcıları olan Şer’i ye Mahkemeleri kaldırılmıştır.
17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926’da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre’den, 1 Mart 1926’da kabul edilen Ceza Kanunu ise 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu kanunları 1927’de yürürlüğe giren İsviçre’nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş, 1929’da ise yürürlüğe giren 4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Almanya’dan alınmıştır.
9 Haziran 1932 tarihli İcra ve İflas Kanunu’nun da büyük bir kısmı İsviçre’den alınmıştır. Ticaret Kanunu ise muhtelif ülkelerin mevzuatından geniş ölçüde iktibas edilerek hazırlanmış, Kara Ticareti diye adlandırdığımız birinci kitap 1926’da Deniz ticareti diye anılan ikinci kitap da 1929’da yürürlüğe girmiştir. İdare Hukuk sahasında da Fransa örnek alınarak çeşitli kanunlar az çok değişikliklerle alınmıştır.
17 Şubat- 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Türkiye’de laik bir özel hukuk sisteminin başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek eşitliği
sağlanmış, kadınlara istediği mesleği seçme hakkı verilmiş, resmi nikah mecburi hale getirilmiş, tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş, kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi getirilmiş, boşanmalarda kadın güvence altına alınmıştır. Ayrıca Medeni kanunla Patrikhanelerin din işleri dışındaki azınlık haklarını kontrol yetkisi kaldırılmıştır.
EĞİTİM – KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN İNKILÂPLAR
TEVHİD-İ TEDRİSÂT
( EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ ) KANUNU
Osmanlı Devleti’nde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18.y.y. sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan, Batılı sistemde eğitim veren yeni okulların yer aldığı bir eğitim sistemi mevcuttu. Müfredat programları ve kuruluş amaçları birbirinden farklı olan medreseler ile, Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan mezun olan insanlar, birbirinden oldukça değişik, hatta zıt dünya görüşlerine sahip oluyorlardı. Devlete bağlı okullardan iki farklı tip insan yetişirken, azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin sayıları her gün artan okulları da durumu daha karmaşık hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı, aydınlar arsında bölünmelere yol açarken, toplumun ilerlemesine de engel oluşturuyordu.
M. Kemal daha Millî Mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmasında, mektepli-medreseli çekişmesinin sona erdirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yine O, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif Kongresini açarken yaptığı konuşmada, “millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün ortadan kaldırılması” hususuna dikkatleri çekmiştir. M. Kemal, 1 Mart 1922’de, T.B.M.M.’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında da yine bu konuya değinmiş ve eğitim ve öğretim alanında köklü yeniliklerin yapılması gereğinden bahsetmiştir.
M. Kemal bu denli önem verdiği eğitim konusunda, yapılacak yeniliklerin geciktirilmesinin, topluma büyük zarar vereceği endişesini taşımaktadır. Bu nedenle de O, bu konuda yapılacak olan işleri önceden plânlamıştır.
Bu plân çerçevesinde zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey ve elli arkadaşı tarafından hazırlanan Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge, T.B.M.M.’ne sunulmuştur. Bu önerge 3 Mart 1924’de T.B.M.M. Genel Kurul’un da kabul edilerek, eğitim ve öğretim alanında birlik sağlanmıştır. Medreseleri kaldıran, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını tek bir çatı altında toplayan ve eğitimimize millilik vasfı kazandıran bu kanun ile. Eğitimde yanlış uygulamalara ve batıl fikirlere yer verilmeyeceği de vurgulanmıştır.
Eğitim ve öğretim alanında bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek,eğitim hizmetleri modern hale getirilmiş, yeni okulların açılabilmesi devletin iznine bağlı hale getirilmiştir.
Tevhidi-i Tedrisat Kanunu, 1982 anayasasının, 174. maddesinde belirtilen, İnkılâp kanunlarının korunması kapsamındadır.
LÂTİN HARFLERİNİN KABULÜ (HARF İNKILÂBI)
Müslümanlığı kabul etmeden önce Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan Türkler, İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede diğer Müslüman Türk Devletleri gibi Osmanlı Devleti’nde de Arap alfabesi kullanılmıştır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nde bu alfabenin değiştirilmesi ya da ıslah edilmesi şeklinde tartışmalar başlamıştır.
Aslında Arap harfleriyle Türkçeyi okumak ve yazmak daima sorun yaratmıştır. Çünkü Arap harfleri, Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış olduğundan, Türk diline uymaktan uzak kalmıştır. Bu nedenle Türk ağzı ile bu harfleri hakkını vererek telaffuz etmek çok zor olmuştur.
T.C.’nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin bu durumu göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında bu harflerin Türkçenin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmıştır. Ülkede o yıllarda okur-yazar oranı oldukça düşük idi.Batı medeniyetine ulaşmada Lâtin alfabesine intibak etmek önemli bir sürat sağlayacaktı. Halkı büyük ölçüde okur-yazar yapmayı hedefleyen genç cumhuriyette, bu alfabenin değiştirilmesi konusunda bir tartışmanın başlatılmasına sebep olmuştur.
Bu tartışmalar sürerken, 1925’de takvim ve rakamların değiştirilmesi, alfabenin de değiştirilebileceği kanaatini güçlendirmiştir. Buna bağlı olarak 1926’da Bakanlar Kurulu tarafından “Dil Encümeni” adıyla, dil uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu kurulmuştur. Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili çalışmalar yapmak üzere kurulan bu grup, Latin harflerinin Türkçenin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok alfabeyi incelemeye başlamıştır. Dil Encümeni’nin çalışmaları sürerken, Türkiye’de 1927 yılından itibaren doktor reçetelerinin Lâtin harfleriyle yazılması uygun görülmüş ve bu durum alfabe konusundaki tartışmaları tırmandırmıştır.
Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de Ankara’da yaptığı bir toplantıda, 1926’dan itibaren yaptığı çalışmaları değerlendirmiş, alfabe değişikliği ile ilgili olarak neler yapılması gerektiği ve nasıl bir yol izlenmesi lâzım geldiği hususlarının yer aldığı “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırlamıştır.
Bu raporu inceleyen M. Kemal, “güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir. Çalışmalar hızlandırılarak, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk alfabesinin kabulü hakkında bir önerge verilmiştir. Bu önerge aynı gün, “Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.
3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı bu kanunla, 1 Ocak 1929’dan itibaren Türkçe basılacak kitapların, Türk alfabesi ile basılması ve devlet dairelerinin 1 Ocak 1929’dan itibaren yeni harflerle muameleleri gerçekleştirmeleri mecburiyeti getirilmiştir. Bu kanunla bütün yurtta eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştır. M. Kemal bazı yerlerde bizzat dersler ermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında “başöğretmenlik yapmıştır.1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açılarak, halkın okuma-yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılmıştır.
MİLLET MEKTEPLERİ
Yazı devrimiyle birlikte yeni harflerin halka öğretilmesi için ‘Halk mektepleri’ ya da ‘Halk Dershanelerinin’ kurulması, Türk Ocaklarının ‘Halk Evi’ olması veya Gece okullarının veya seyyar okulların kurulması gibi acil çözüm yolları aranmaya başlanmıştır.
1927 yılında kurulan Halk Dershaneleri Yazı inkılâbından sonra Millet Mektepleri adı altında örgütlendi. 11 Kasım 1928’de ‘Millet Mektebi teşkilatına dair talimatname ‘ Bakanlar Kurulu’nda kabul edilip yürürlüğe konuldu. Harf devriminin ilk amacı halkı eğitmekti. Millet Mektepleri bu amacı gerçekleştirmek ve halkın büyük çoğunluğunu okur- yazar hale getirebilmek için kurulmuştur. Ne eski ne de yeni yazı bilmeyen yetişkinler 4 aylık A Kurslarında; Eski harfleri okuyup yazabilenler de 2 ay süreli B Kurslarında yeni harfleri öğreneceklerdi.
Okullar ilköğretim Genel Müdürlüğü’nün Halk Terbiyesi Şubesine bağlı olacak, ama bunların nerelerde, nasıl kurulacaklarını Maarif Mıntıkaları belirleyecekti. 16- 40 yaşları arasındaki herkesin millet mekteplerine devam etmesi veya dışarıdan sınavları vererek belge alması zorunluluğu getirilmişti. Köylere ulaşabilmek için Seyyar Talim Heyetleri kurulmuştu.
Bir propaganda heyeti de halka yeni yazının faydalarını anlatmak için çalışacaktı. Devlet daireleri hademelerini, hamalları olan işletmeler hamallarını, hapishaneler mahkûmlarını, işçi çalıştıranlar işçilerini okutmak zorunda idiler. Bunlar ücretlerini kendileri ödemek şartıyla yerel eğitim yöneticilerinden öğretmen isteyebiliyorlardı.
Askerde olanlar eğitimini kışlalarda, subaylardan ve okur- yazar çavuşlardan alacaktır 1 Ocak 1929’da derslere başlayan Millet mekteplerinde her öğretmene bir Millet Mektebi dershanesi kurulması ve tek öğretmenli köylerde hem A hem B dershanesi açılması bildirilmiştir.
Okullar aynı zamanda kadınlara, erkeklere ve karma olmak üzere 3 çeşit açılabilecekti. Bu dershaneleri bitirenlere birer diploma, iyi derece ile bitirenlere birer Anayasa, her iki dershaneyi de bitirenlere çeşitli hediyeler verilecek; ticaret, ziraat ve sanayi kurslarına tercihen alınacaklardı. Gezici dershaneler de aynı prensipler içinde 16- 45 yaş arasına eğitim veriyordu.
1928 Kasım sonu ve 1929 başlarında tüm yurtta Millet Mekteplerinin sayısı çok arttı.
Daha sonra İsmet Paşa’nın isteği üzerine Millet Mekteplerinin görevlerinde değişiklikler olmuştur. Millet mektepleri artık sadece okuma-yazma değil, vatandaşlara hayat ve geçimleri için gerekli bilgilerin de öğretildiği yerler olmuştur. B Dershanelerinde kazanılan okuma- yazmanın mükemmel olmasına dikkat edilmiş ve bundan sonra B Dershanelerine hesap, sağlık bilgisi, yurt bilgisi gibi dersler de konulmuştur.
Millet Mektebi sınavlarına girebilmek için 2/3 devam mecburiyeti vardı. Devlet hizmetinde görev yapan herkesin bu dershanelerden belge alması zorunlu tutulmuştur. Önce sadece okuma- yazma öğretimi amacıyla açılan Millet Mektepleri daha sonra kapsamı değişmiş ve neredeyse zorunlu eğitim veren kurumlar olmuştur. İnkılâbın üzerinden zaman geçip heyecanını yitirmesiyle Millet Mekteplerinin verimi de düşmüştür.
MİLLET MEKTEPLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1928–1935 devresinde, Millet mektepleri örgütü içinde erkekler için 33.560, kadınlar için de 12.853 olmak üzere toplam 47.828 A Dershanesi açılmıştır. A Dershanelerinde toplam olarak 2.092.392 kişi ders görüp, 970.140 kişi belge almıştır. Burada dikkatimizi çeken şey başarı oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca 116.119 kişi de dışarıdan A Dershanesi sınavına girerek belge almıştır. B Dershanelerinde ise 380.995 kişi devam etmiş, 240.982 kişi belge almış; ayrıca 26.914 kişi de dışarıdan sınava girerek bu dershanenin belgesini almıştır. Genel olarak bakıldığında A Dershaneleri B Dershanelerinden, kadınlar da erkeklerden daha başarısız olmuşlardır. Ayrıca şehirlerdeki kurslar köylerinkinden daha başarılı olmuşlardır. Ancak okuma- yazma gibi bir alanda bu başarı yüzdeleri çok düşüktür.
Dış basın bu konuda genellikle takdir etmiş ve Türkiye’yi övücü nitelikte sözler söylemiştir. Onların gözünde bu durum Türkiye ‘nin Avrupa’ya yakınlaşmasını kolaylaştıracaktı. The Newyork Times ‘Türkler Arap alfabesini bırakıp bizim alfabemizi alıyorlar’ derken Boston Evening Transkript, Türkiye’nin kültür savaşı verdiğine işaret etmiştir, The Times mebusların Dolmabahçe dersleri için ‘Mebuslar okula gidiyorlar’ başlığı altındaki yazısında bu değişmenin Türklere Batı dillerini kolayca öğreteceğini ve onları batıya daha çok yaklaştıracağını söylemişti.
Türk Tarihi Alanında Yapılan Çalışmalar (Türk Tarih Kurumu’nun Kurulması)
Tarih; geçmiş toplumların yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde inceleyen bilim dalıdır. Tarihten faydalanmak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak milletleri güçlü kılar. Bu sebeple milletlerin hayatında tarihin ayrı ve özel bir yeri olması gerekir. Tarihi zengin olan bir millet, aynı zamanda güçlü bir millettir. Bir milletin güçlü olması, geçmişe ait manevi mirasına sahip çıkmasıyla mümkündür. Bu nedenle bu tür zenginliklerin günümüze aktarılabilmesi için tarihe ihtiyaç vardır.
Osmanlı Devleti döneminde gerek tarih araştırmacılığı, gerekse tarih öğretimi konusunda arzu edilen seviyeye gelinmediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki ikili anlayış, tarihe de etki etmiş, medreseler genellikle İslâm tarihi ile ilgilenirken, diğer okullar da Osmanlı tarihi ile ilgilenmişlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bu eksikliği fark eden M. Kemal,”Tarih bir milletin neler başarmaya muktedir olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur” diyerek, tarihin bir millet için önemini işaret etmiştir. O, tarihin toplum üzerindeki gücünü göz önünde bulundurarak, bu alanda ciddi bir çalışmanın yapılmasını ve Türk tarihinin yeniden yazılmasını istemiştir. Atatürk bu konuda takip edilecek yolu, “Tarih yazmak, yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır” diyerek ortaya koymuştur. Ayrıca Atatürk millî bir bakış açısıyla ele alınmış bir tarih anlayışı kazandırılması görüşündeydi.
Atatürk’ün istediği manada millî tarih çalışmalarının sürdürülmesi ve Türk Milletinin bir millî tarihe sahip olabilmesi için ortaya koyduğu en önemli görüş ise şüphesiz Türk Tarih Tezi’dir.
Bu tez ile Türk tarihinin sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaret olmadığı vurgulanarak, Türklerin İslâmiyet öncesinde de geçmişleri bulunduğu ve bunun da araştırılması gereği ortaya konmuştur. Bütün bu hedefleri gerçekleştirmek gayesiyle 1930’da Türk Ocaklarına bağlı, Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla bir encümen kurulmuştur. 1931’de Türk Ocakları’nın kapanması üzerine, Türk tarihi ile ilgili çalışmalara ara verilmemesi için Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuştur.
1932 Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi tartışılmış ve kabul edilmiştir.1935’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurularak, Türk Tarihinin ilmî açıdan incelenmesine öncülük edecek bir kurum hizmete girmiştir.
Türk Tarihi Alanında Yapılan Çalışmalar ( Türk Dil Kurumu’nun Kurulması)
Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtır.Dil ayrıca bir milletin sahip olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin,sonraki nesillere aktarılmasını da sağlar.
Dilin milletlerin uzun hayatlarında çeşitli zamanlarda değişikliklere uğradığı bir gerçektir. Türk dili de tarih boyunca büyük değişiklikler geçirmiştir. Osmanlı Devleti’nde Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin ağırlık kazandığı Osmanlıca denilen bir Türkçenin kullanıldığını görmekteyiz. Edebiyatta ve devlet hayatında kullanılan bu dilin yanında, Osmanlı’da halkın kullandığı sade dil, ülkede sanki iki dil varmış izlenimini uyandırmıştır. Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde oldukça dikkati çeken bu çarpıklık, Tanzimat döneminden itibaren dil konusunda yeni arayışlara gidilmesine ve bu konuda araştırmalar yapılmasına yol açmıştır. Bu arayış 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde Türkçenin yabancı kelimelerden arındırılması şeklini almıştır.
Harf inkılâbının olumlu sonuçları görüldükten sonra Atatürk, 1932 yılında “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasını isteriz diyerek, dil konusunda yapılacak çalışmaları haber vermiştir. 1932’de bu gaye ile Türkçenin geliştirilmesini sağlamak üzere faaliyet yapacak Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulmuştur. Bu kurumun çalışmaları ile konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır.
Sosyal-Hukuk
KILIK KIYAFET DEĞİŞİMİ VE ŞAPKA İNKILÂBI
Doğu medeniyetini batı medeniyetinden ayıran dış özelliklerin en önemlisini insanların kıyafetlerindeki fark oluşturuyordu. Doğu ülkelerinin genel bir kıyafeti yoktu. Yerel ve milli kıyafetler mevcuttu. Erkekler aba, cepken, yelek, mintan, hırka, gocuk, şalvar, bindallı maşlah; kadınlar ise peçe kullanıyorlardı. Batılı insan yerel ve milli kıyafetlerden ayrı, genel bir kıyafete sahipti. Batı dünyasında erkekler için ceket, pantolon ve şapkadan, kadınlar için de dış unsuru mantodan oluşan bir kıyafet birliği çoktan beri yerleşmiş ve standartlaşmıştı.
Halk arasında giyim konusunda boşluk Cumhuriyetin ilanına kadar sürdü. Mustafa Kemal, batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasına taraftar olduğu için, bu medeniyeti benimsemiş olan dünyanın kabul etmiş olduğu çağdaş kıyafetin Türk halkı tarafından da benimsenmesini uygun görüyordu. Bu yöndeki düşüncelerini uygulamaya koymak üzere ilk olarak 1925 yılında sağlık nedenleri ileri sürülerek, askerlerin taşıdıkları serpuşa (başlık), kısa bir güneşten koruyucu eklenmesini sağladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 1925 yılı Nisan ayı sonlarında tatile girince, Mustafa Kemal Paşa da yurt gezilerine çıktı. Kastamonu’ya geldiğinde vatandaşlarla muhtelif meseleleri görüşerek onların dertlerini dinledi. Milletin her bakımdan medeni olması gerektiğini ve dünya şartlarına ayak uydurmamızı, Türk ve İslâm dünyasının medeniyetin emrettiği zihniyet değişikliklerine girememesi yüzünden geri kaldığını ifade ederek şunları söylemiştir: “Millet açıkça bilmelidir; medeniyet öyle güçlü bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder. İçinde bulunduğumuz medeni ailede layık olduğumuz yeri bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Kolay geçim, mutluluk ve insanlık bundadır.”
Mustafa Kemal Paşa 25 Ağustos’da İnebolu’ya hareket etti ve halkın sevgi gösterileri arasında şehre geldi. 26.8.1925 günü sivil elbise ve elinde panama şapka ile şehirde dolaştı. Akşam denizciler ve kayıkçılar Mustafa Kemal Paşa’nın kaldığı evin önünde sevgi gösterilerinde bulununca; Mustafa Kemal Paşa bir konuşma yaptı ve “Ben şimdiye kadar millet ve memleket hayrına ne gibi hamleler, inkılâplar yapmış isem hep böyle halkımızla temas ederek, onların alâka ve muhabbetlerinden, gösterdikleri samimiyetten kuvvet ve ilham alarak yaptım” diyerek inkılâpların yapılmasında halkın desteğini dile getirmiştir.
Mustafa Kemal Paşa 27 Ağustos 1925 günü Türk Ocağını ziyaret etti ve burada yaptığı konuşmada “Medeni ve milletlerarası kılık bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kılıktır. Onu giyineceğiz. Ayakta iskarpin ya da fotin, bacakta pantolon, vücutta yelek, gömlek, kıravat, yakalık, ceket ve bunların tabiî tamamlayıcısı olarak başta güneşten koruyucu kenarlı başlık (siperi şemsli serpuş). Açık söylemek isterim, bu başlığın adına ‘şapka’ denir.” diyerek görüşlerini açıklar.
Mustafa Kemal Paşa, Kastamonu seyahati sırasında kadınlarla ilgili olarak da “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez ya da bir peştemal veya bunlar gibi şeyler atarak yüzünü gözünü gizler yada yere oturarak yumulur. Bu davranışın anlamı nedir? Uygar bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi duruma girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir görünüştür. Derhal düzeltilmesi gerekir”
Halk Fırkası merkezinde yaptığı konuşmada da “Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakîki tarikat, tarikat-ı medeniyedir” diyerek tarikatlerin kaldırılmasıyla ilgili ilk işareti vermiş oluyordu. Mustafa Kemal bu gezisi sırasında kılık kıyafet inkılâbıyla ilgili bir kanuna gerek olmadığını, milletin kendisinin karar vererek bunu yapacağını, memurların ve mebusların millete rehber olmasının yeteceğini belirtir.
Mustafa Kemal Paşa 1 Eylül 1925’de Ankara’ya döndü. 2 Eylül 1925’de çıkarılan 2431 sayılı “Kararname” ile, halkın kendiliğinden giydiği şapkayı memurların giymesi mecburi tutuldu.
2 Eylül 1925’de çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına, din görevlilerinin giyecekleri kıyafetlerin düzenlenmesine ve memurların şapka giymelerine karar verildi.
Meclisin çalışmaya başlamasıyla birlikte Konya mebusu Refik (Koraltan) Bey ve arkadaşları “Şapka İktisası (Şapka Giyilmesi) hakkındaki kanun teklifini Meclis Başkanlığına verdiler.
Hazırlanan kanunun birinci maddesi şöyle düzenlenmiştir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi âzaları ile ıdare-i Umumiye ve Hususiye ve mahalliye veya müessesata mensup bilumum eşhas ve müsdahdemin (sıfat-ı resmiyeyi haiz herkes) Türk Milleti’nin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir.” 28 Kasım 1925’de 671 sayılı kanun yürürlüğe girdi.
TEKKELER ZAVİYELER VE TÜRBELERİN KAPATILMASI
Şapka inkılâbında belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal Paşa Kastamonu gezisi sırasında yaptığı konuşmada tarikatların durumuna değinmiş ve “Bugün mevcut tarikatların amacı kendilerine bağlı olanları, dünya hayatı ile manevi hayatta mutluluğa kavuşturmaktan başka ne olabilir?” diye sormuş ve cevabını da kendisi vererek, konuşmasına şöyle devam etmiştir: “Bugün ilmin, fennin, tüm kapsamıyla uygarlığın saçtığı ışık önünde filan ya da falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını kesinlikle kabul etmiyorum. Ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”
Mustafa Kemal Paşa 31 Ağustos 1925 tarihinde Çankırı’da vatandaşlarla yaptığı sohbetlerde kıyafet ve tarikat meselelerine de temas etmiş ve tekkelerin kesinlikle kapatılması gerektiğini, hiç kimsenin tekkelerin yol göstermesine muhtaç olmadığını ve güç kaynağının bilim olduğunu söylemiştir. Şapka kanununun çıkarılmasından sonra yine Konya Mebusu Refik Bey ve arkadaşlarınca tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kaldırılmasıyla ilgili olarak bir kanun teklifi hazırlanarak 15 Kasım 1925 tarihinde Meclis Başkanlığına verildi. Kanunun hazırlanmasını gerektiren sebep belirtilirken; tekke ve zaviyelerin İslâm dininin zaruriyetinden olmadığı, birtakım yoldan çıkmış kişilerin şahsî ve siyasî amaçlarını gerçekleştirmek için bunların kullanıldığı ve son olarak ortaya çıkan olayların da bunu ispatladığı ve Şark İstiklâl Mahkemesinin kendi bölgesinde bunları yasakladığı, Ankara İstiklâl Mahkemesinin de yasaklama hususunda hükümetin dikkatini çektiği açıklanır.
Gerekçede tekkelerin samimi olarak çalışmadıkları ve zararlı siyasî düşüncelerini gerçekleştirmek için birer araç haline getirildiği; ulema kisvesi altında birtakım kimselerin halkın iyi duygularını istismar ettikleri ve bu gibi suiistimallerin Türk tarihinde zaman zaman görüldüğü hatırlatılarak, Türkiye Cumhuriyetinde bu durumun devam edemeyeceği vurgulandıktan sonra; medeni ve asri çevrelerde artık bunlara tahammül edilemeyeceğinden, bu kurumların kaldırılması gerektiği açıklanır.
Yapılan konuşmalardan sonra teklif 30 Kasım 1925’de kabul edilerek kanunlaştı. 677 sayılı kanun 13.12.1925 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Meclisin aynı gün kabul ettiği Ceza Kanununun 131. maddesi şu şekilde değiştirildi: “Türkiye Devleti tarafından nail ve mezun olmağdığı nişan takan ve kendi rütbesinin mafevkinde elbise-i resmiye giyen veyahut hiçbir rütbe ve memuriyeti olmadığı halde üniforma teşebbüs eyleyen ve Diyanet ışleri Riyasetine merbut dini memurlara hükümetçe tesbit edilen kıyafeti hilâf-ı salâhiyet ve mezuniyet iktisa eden eşhas üç aydan bir seneye kadar hapsolunur”.
SAATLERİN VE TAKVİMİN DEĞİŞTİRİLMESİ
Günün yirmi dört saate taksimi hususunda Başvekalet tarafından hazırlanan kanun teklifi ve gerekçesi 11 Kasım 1925’de Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verildi. Kanun teklifinin gerekçesinde Hicri takvimin malî ve dinî işlerde, resmi muamelelerde hatalara yol açtığı, Cumhuriyet hükümetinin inkılâplarına ters düştüğü ve bu sebeple Keldaniler’den beri kullanılan saatlerde değişiklik yapılmasının gerektiği üzerinde duruldu.
26 Aralık 1925 tarih ve 697 sayılı kanunla günün yirmi dört saate taksimi kabul edilmiş oldu. Kanunun birinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar sayılır, şeklinde düzenlenirken; ikinci madde, İzmit civarından geçip Greenvich’e nazaran 30’ncu derecede bulunan meridyen dairesi bütün Türkiye Cumhuriyeti saatleri için esastır şeklindeydi.
Aynı gün beynelmilel takvim kabul edildi. 1341/1925 senesi Aralık’ının 31. gününü takip eden gün, 1926 senesi Ocak’ının birinci günü olarak kabul edildi.
Hükümetin 11 Kasım 1925 tarihinde Büyük Millet Meclisi Başkanlığına vermiş olduğu Rumi takvimin kullanılmasını yasaklayan kanun layihası 26 Aralık 1925 günü kanunlaştı ve Türkiye Cumhuriyetinde Miladi takvim kullanılmağa başlandı.
ÖLÇÜDE VE TARTIDA DEĞİŞİKLİK
İmparatorluk döneminde para birliği memleketin her tarafında aynı oranda sağlanamamıştır. Mesela, İzmir’de metelik onüç para ve onsekiz para, mecidiye yirmi üç, ondokuz, otuzüç, yirmi kuruş olarak uygulanmıştır. Bunları müslüman olmayan tüccarlar uygulamış ve kendi menfaatleri açısından paranın değeriyle oynamışlardır.
Tartıda, metro, kilo, kile kullanılmaktadır. Kile olarak kullanılan ölçü memleketin muhtelif yerlerinde değişik oranlarda kullanılmaktadır. Mesela Konya’da 12 kilo bir kile olduğu halde, İstanbul’da 2 kilo bir kile olarak değerlendirilmektedir . Balıkesir’de 4 kilo bir kile, Sivas’ta 14 kilo bir kile olarak kabul edilmektedir.
Kayseri’de ikiyüz dirhem bir okka, başka yerde altıyüz dirhem bir okka, “Nereye varsan okka dörtyüz dirhem” sözü de geçerli değildir. Bazı yerlerde uzunluk ölçüsü olarak arşın kullanılmakta, bazı yerlerde mimar arşını, bir başka yerde metro, bir başka yerde yarda kullanılmaktadır. Böyle olunca uzunluk ölçü birimlerinde birlik sağlanamamakta. Bunların düzeltilmesi ticari ve iktisadi yönden çok önemlidir. Ticarette terazi, kile, kantar ihtilafı sıkça görülüyordu. Mesela, bir mal Konya’ya götürülüyor 3 eksik geliyor. İzmir’e götürülüyor, 5 fazla geliyor. Bunun da sebebi kantarlarda kontrolün olmayışıydı. Kilo yerine taş kullanılması da köylünün malının fire vermesine ve birtakım haksız kazançlara yol açıyordu. İç ticarette dengenin kurulması ve vatandaşın aldatılmaması için ölçü ve tartıda birliğin sağlanması daha II.Büyük Millet Meclisi döneminde gündeme getirilmiş ise de ancak 26 Mart 1931 tarihinde değişiklik kabul edilerek; ölçü ve tartıda Avrupa uzunluk ölçü birimi metre ve katları ile ağırlık ölçü birimi olarak kilogram ve katları kabul edilmiştir
KADIN HAKLARI VE ATATÜRK
Milli Mücadelenin kazanılması topyekun Türk Milleti’nin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Atatürk bir konuşmasında “Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim diyemez.” diyerek Türk kadınının tarihte üstlendiği rolü belirtmiştir.
Kadınlarımızın toplumdaki bu önemli yerine karşılık medeni ve siyasi haklarında bir takım eksiklikler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran M. Kemal Paşa olmuştur. 1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medeni, siyasi ve sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926′da “Medeni Kanunun” kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3 Nisan 1930′da çıkarılan “Belediye Kanunu” ise kadınlara belediye seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Nihayet 5 Aralık 1934′de yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.
MEDENİ KANUNUN KABULU
Medeni hukuk, şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen, şahısların doğumdan (tüzel kişilerde kuruluşundan) ölümüne (tüzel kişilerde sona ermesine) ilişkilerini düzenleyen özel hukuk dalıdır. Kişiler hukuku, aile hukuku, eşya hukuku, miras hukuku medeni hukuk kapsamında yer alır ve medeni kanunla düzenlenirler. Borçlar hukuku ve ticaret hukuku da aslında medeni hukukun uzantısıdır. Medeni hukuk salt bir hukuk dalı olmaktan öte hukukun özüdür.
Türkiye’de Medeni Kanun İsviçre Medeni Kanunundan iktibas edilmiştir. Kazuistik metoda sahip Prusya Kanunu ile devrimci bir felsefeye sahip katı Fransız Kanunu arasında kalarak ortalama bir yol izlemiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime takdir hakkı da tanımaktadır. 1 Ocak 2002 tarihinde tümüyle gözden geçirilerek yenilenmiş ve Yeni Medeni Kanun yürürlüğe girmiştir.[kaynak belirtilmeli] Türk Medeni Kanununun Türkiye’nin modernleşmesinde benzersiz katkısı bulunmaktadır. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kemal Oğuzman, Jale Akipek’in de aralarında bulunduğu hukukçular bu hukuk dalına büyük katkılar yapmışlar, ülkemizde medeni hukuk doktrininin oluşmasında büyük rol oynamışlardır.
Türk Medeni Kanunu ile:
* Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
* Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirildi.
* Tek eşle evlilik esası getirildi.
* Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
* Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.
* Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Siyasal Alanda Kadınlara Tanınan Haklar
* 1930’da Belediye seçimlerine katılma hakkı.
* 1933’te Muhtarlık seçimlerine katılma hakkı.
* 1934’te Milletvekili seçme ve seçebilme hakkı.
ANKARA HUKUK MEKTEBİNİN AÇILMASI
Ankara Hukuk Fakültesi 5 Aralık 1925 tarihinde Ankara Adliye Hukuk Mektebi adıyla kuruldu. Ankara’da bir hukuk mektebinin açılması için ilk teşebbüs 1921 yılında yapıldı. Bu tarihte Kastamonu milletvekili Abdulkadir Kemal Bey Meclise 3 maddelik bir teklif vererek Ankara’da bir hukuk mektebi açılmasını önerdi. Gazi Mustafa Kemal’de 1922 yılında meclisi açış konuşmasında Ankara’da bir hukuk mektebinin açılması gereğini belitti. 1925’te Hukuk Mektebi açıldı ve 301 öğrenci kayıt yaptırdı. Okula uygun bir bina bulunamadığı için açılış Büyük Millet Meclisinin toplantı salonunda yapıldı. Fakültenin açılış konuşmasını Gazi Mustafa Kemal yaptı ve ilk dersi Ahmet Bey (Ağaoğlu) verdi. Hukuk mektebi 1927 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Ankara Hukuk Fakültesi ismini aldı.
Ekonomik-İktisadi
Uzun savaşlar ülkemizi harap bir hâle getirmişti. İnsanımızın yaşama şartlarını kolaylaştırmak, bayındırlık faaliyetlerini zorunlu kılıyordu. Cumhuriyetin ilânından sonra bayındırlık işlerine de hız verildi.
Özellikle büyük şehirlerde, modern şehircilik anlayışına uygun çalışmalar yapıldı. Bayındırlık işleri için bütçeden büyük oranda ödenek ayrıldı. Valiler ve belediye başkanları da imar hareketlerine yardımcı oldular. Cumhuriyetin ilk yıllarında kerpiç evleri, dar yolları ve tozlu sokakları olan Ankara’nın modern bir şehir görünümü kazanması bu çalışmanın en güzel örneğidir.
Ekonomik kalkınmanın alt yapısını oluşturan ulaşıma da büyük bir önem verildi. Önce yabancı şirketlerin elinde olan demir yolları satın alındı ve devletleştirildi. İkinci adım olarak yurdu demir yolu ağıyla örmek üzere demir yolu yapımına önem verildi.
1938 yılı sonuna kadar her yıl 200 kilometre demir yolu yeniden yapıldı. Karayolları ve köprüler tamir edilip, ihtiyaca göre yenileri yapıldı. 1948 yılına kadar kara yolu şebekesi 45 bin kilometreye ulaştı. Deniz ve hava taşımacılığını geliştirmek üzere yeni limanlar ve hava alanları yapıldı.
EKONOMİK ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR ( GENEL)
* İzmir iktisat Kongresi’nin toplanması (18 şubat 1923)
* Milli ekonomi İlkesi’nin benimsenmesi ( 18 şubat 1923 )
* Aşar Vergisi’nin kaldırılması ( 17 şubat 1925 )
* Teşvik-i sanayi Kanunu’nun kabulü ( 28 mayıs 1926 )
* Kabotaj Kanunu’nun kabulü ( 1 temmuz 1926 )
* Anadolu demiryollarının yabancılardan alınması
* Beş yıllık kalkınma Planı’nın yapılması
* Türkiye’nin ihtiyacı olan fabrikaların bir bir devlet eliyle açılması
* Türkiye’nin ilk özel bankası olan iş Bankası’nın kurulması
* Tarım ve hayvancılık sektörünü desteklemek amacıyla ziraat Bankası’nın yeniden düzenlenmesi
* Denizcilik sektörünü desteklemek amacıyla denizcilik Bankası’nın kurulması
* Madencilik sektörünü desteklemek amacıyla Etibank’ın kurulması
* Küçük esnaf ve sanatkarı desteklemek amacıyla Halk Bankasının kurulması
* Sanayi sektörünü desteklemek amacıyla sanayi ve Maadin Bankası’nın kurulması
* Tekstil sektörünü desteklenmesi amacıyla Sümerbank’ın kurulması
* Emlak ve inşaat sektörünün desteklenmesi amacıyla emlak ve eytam bankası’nın kurulması
MİLLİ EKONOMİNİN KURULMASI
Osmanlı Devleti’nin yıkılışında ekonomik çöküntü büyük bir rol oynamıştı. Ülkede sanayi gelişmemiş, yetersiz olan alt yapı tesisleri uzun savaş yılları boyunca harap olmuştu. Ulaşım güçlükle gerçekleştirilebiliyor, bankacılık ve ticaret yabancıların elinde bulunuyordu. Tarım da gelişmemişti. Büyük fedakârlıklarla Kurtuluş Savaşı kazanıldığında, ülke harap ve yoksul bir durumdaydı. Halk, en basit araçlardan bile yoksundu. Türk milletini, çok büyük ekonomik ve sosyal zorluklar bekliyordu. Ancak bunların mutlaka aşılması lâzımdı. Çünkü ekonomik bağımsızlık olmadan millî bağımsızlığı sürdürmek imkânsızdı.
Atatürk’ün söylediği gibi “Muhakkak tam bağımsızlığı sağlayabilmek için tek, hakikî kuvvet, en kuvvetli temel ekonomidir.” Çağdaş bir devletin temeli olarak ekonomi bilincinin önemi ve ekonomik kalkınma mecburiyeti, Cumhuriyet Dönemi’nde ciddî olarak ele alındı. Bu amaçla önce 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplandı.
Ekonomik kalkınma, toplumun her kesiminin katkısıyla gerçekleşebilirdi. Bu nedenle kongreye, çiftçi, işçi, tüccar ve sanayiciler katıldı. Tarımın makineleşmesi, sanayinin geliştirilmesi, ulaşım ve haberleşmenin ıslah edilmesi gerekiyordu. Bunları gerçekleştirmek üzere kongrede Misak-ı Millî’nin ekonomik karşılığı olarak, bir Misak-ı İktisadî (Ekonomi Andı) kabul edildi. Kabul edilen Misak-ı İktisadî’ye göre “Türk milleti kan dökerek sahip olduğu millî bağımsızlık fikrinden hiçbir şekilde fedakârlık yapmayacaktır. Ekonomik kalkınmamız bu bağımsızlık içinde sağlanacaktır. Siyasal bağımsızlık gibi, ekonomik bağımsızlık da esastır”.
Bu dönemde uygulanan ekonomi politikası ile kapitülâsyonların yarattığı ekonomik esaret ortadan kaldırıldı. Ekonomide karma ekonomi modeli uygulanarak hedeflere büyük ölçüde ulaşıldı.
SANAYİ ALANINDA GELİŞMELER
Kapitülâsyonların etkisiyle ülkemizde millî sanayi kurulamamıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında, İstanbul, İzmir, Adana gibi şehirlerimizde birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul’da askerî amaçla kurulmuş fabrikalar vardı. Ayrıca, sanayi kurmak için yeterli sermaye birikimi de yoktu.
Sanayi alanında madencilik ve ulaşım sektörleri yabancı sermayenin yatırımlarına açıldı. Diğer sanayi alanlarında devlet kendi imkanları ile kalkınmayı başlattı. Sonra bunların satın alınması plânlandı. Atatürk’ün emri ile fabrika ve iş kurmak isteyen Türklere sermaye sağlamak üzere 1924 yılında İş Bankası kuruldu. 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı. Vergi indirimi tanındı. 1929 yılında meydana gelen dünya ekonomik buhranı, sanayileşme hareketini yavaşlattı. Bunun üzerine, Atatürk’ün devletçilik ilkesi uygulamaya konuldu.
Para basma işini gerçekleştirmek üzere 1930’da Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu. 1934’ten itibaren Birinci Beş Yıllık Kalkınma Programı uygulanmaya başlandı.
1933 yılında kurulmuş olan Sümerbank, ülkemizin çeşitli yerlerinde fabrikalar açtı. Ülkenin doğal kaynaklarını değerlendirmek üzere Etibank kuruldu. Yer altı zenginliklerimizi araştırmak üzere Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. 1939’da Karabük Demir Çelik Fabrikası kuruldu. 1939’da İkinci Dünya Savaşı çıkınca savunma harcamaları arttı.
Sanayi yatırımları bir süre durdu. Daha sonra kumaş, kâğıt, cam, kimyasal maddeler, demir çelik fabrikaları gibi temel sanayi yatırımları yapıldı. Böylece her alanda çağdaşlaşmayı amaçlayan Türkiye Cumhuriyeti, sanayi alanında da büyük bir atılım gerçekleştirdi.
TARIM ALANINDA GELİŞMELER
Tarımın Türk ekonomisindeki önemi göz önüne alınarak, Tarım Bakanlığı yeniden düzenlendi. Atatürk’ün “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O hâlde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve lâyık olan köylüdür.” parolasından hareketle yeni ürün, yöntem ve makineler konusunda köylü aydınlatıldı.
1925’te, ödenmesinde güçlük çekilen aşar vergisi kaldırıldı. Ziraat Bankası’nın sermayesi artırılıp çiftçilere kredi verildi. Köylüye az kârla tarım araçları satılıp, tarımda makineleşme yaygınlaştırıldı. Tarımla ilgili özel şirketler yatırım yapmaya özendirildi. Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Kooperatifçilik teşvik edildi ve köylünün tohum ihtiyacı karşılanmaya çalışıldı. Yeni teknikleri öğrenmek üzere tarım uzmanları, Avrupa ve Amerika’ya gönderildi.
Bu faaliyetlerin sonucu olarak 1923 ile 1932 yıllan arasında yüzde elli sekizlik bir tarımsal üretim artışı sağlandı.
TİCARET ALANINDA GELİŞMELER
Osmanlı Devleti Dönemi’nde ticaret büyük ölçüde azınlıkların elinde idi. Millî ekonominin kurulmasıyla Türkler de ticarî hayata atıldılar. Üretim faaliyetlerinin artmasına paralel olarak, ticarî hayat da canlılık kazandı. Diğer taraftan bankacılığa önem verildi. İlk özel banka olarak İş Bankası kuruldu, 1 Temmuz 1926’da Kabotaj Kanunu’nun çıkarılmasıyla, kendi limanlarımız arasında gemi işletme imkânı Türk vatandaşlarına sağlanıp deniz ticaretimiz geliştirildi.
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ (17 ŞUBAT 1923)
Kongre İzmir’de, işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici kesiminden oluşan toplam 1135 temsilcinin katılması ile 17 Şubat 1923’te toplandı.
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’NİN TOPLANMA AMACI
1. Ekonomik kalkınma için ortak hedeflerin saptanması
2. Ekonomik hedeflere ulaşmak için gerekli yöntem ve kaynakların saptanması
3. Yeni Türkiye Devleti’nin ekonomik programının saptanması
4. Siyasi bağımsızlık için şart olan ekonomik bağımsızlığın nasıl sağlanacağının belirlenmesi Kongre sonunda alınan kararlar “Misak-ı İktisadi” olarak adlandırıldı.
MİSAK-I İKTİSADİ KARARLARI
1. Öncelikle ham maddesi yurt içinde yetişen ve yetiştirilebilen sanayi dalları kurulacak.
2. Kısa sürede küçük işletme ve el tezgahlarından büyük işletmelere geçilecek.
3. Özel sektörün kuramadığı işletmeleri devlet kuracak
4. Özel teşebbüse kredi sağlanacak bir banka kurulacak
5. Dış rekabete dayanabilmek için sanayi bir bütün halinde kurulacak
6. Yabancıların kurduğu tekellerden kaçınılacak
7. Demiryolu inşaatı programa bağlanacak
8.İşçi haklarını korumak amacıyla, kişilere sendika kurma hakkı tanınacak
9. Vergi ve toprak reformu yapılacak
1923 – 1933 YILLARI ARASINDAKİ EKONOMİK GELİŞMELER
İzmir İktisat Kongresi’nden 1933 Yılına Kadar Görülen Gelişmeler
26 Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası kuruldu.
19 Nisan 1925’te Türkiye Sanayi ve Maden Bankası kuruldu.
1 Temmuz 1926’da, Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi.
28 Mayıs 1926’da TBMM tarafından Teşvik- Sanayi Kanunu kabul edildi.
1928 yılında, İktisat Bakanlığı kuruldu.
1926 yılında İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu.
Osmanlı Devleti’nden kalma demiryolları yabancılardan satın alınarak yeni demiryolları yapıldı.
17 Şubat 1925’te Aşar vergisi kaldırıldı.
Not:İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar gereği, 1926 yılında özel sektöre yönelik Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Yasası) kabul edildi. Fakat özel sektörün sermayesi ve gerekli kadrosu hazır olmadığından bu yasa başarılı olamadı.
1933 – 1938 YILLARI ARASINDAKİ EKONOMİK GELİŞMELER
1933 – 1938 yılları arasında, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan Misak-ı İktisadi kararlarının temel amacı olan özel girişimciyi sanayi alanına çekmek mümkün olmadı.
1926 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun başarılı olamaması üzerine, sanayileşmenin devlet eliyle yürütülmesine karar verildi.
1933 yılında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Bu dönemde, Sümerbank önderliğinde büyük bir dokuma sanayi kuruldu.
1936 yılında İkinci Beş yıllık Sanayi planı hazırlandı. Bu dönemde; madencilik, elektrik santralleri, gıda, kimya, deniz ulaşımı, makina sanayi, deri sanayi gibi alanlarda birtakım planlar yapıldı.
1935’te Maden Tetkik Arama Enstitüsü kuruldu.
1937’de Etibank önderliğinde Türkiye’nin ilk demir çelik fabrikası Karabük’te açıldı.
1938’de başlayan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle İkinci Beş Yıllık Sanayi planı tamamlanamadı.